Nor Haratch (Paris) – Ermenistan’ın Diyaspora Bakanı Hranuş Hagopyan’ın İstanbul ziyaretinde bir bardak su içinde çıkan fırtınanın arka planı, olanların kendisinden daha önemli. 9 Mayıs’ta yayımlanan İngilizce Hürriyet’te Vercihan Ziflioğlu, Bakan’ın İstanbullu Ermenilerden birkaçına ödül verdiği törende ödül alanlardan bazıları diyasporanın bir parçası olmaktan duydukları rahatsızlığı dile getirdiklerini ve kendilerinin zaten atalarının yaşadığı topraklarda yaşadıklarını ifade ettiklerini yazmıştı. Tanınmış İstanbullu Ermeni yazar Mıgırdiç Margosyan örneğin, „Ermenistan’dan herhangi bir Bakan olabilir, fakat ben bir Diyaspora Bakanı’nın Türkiye’de olmasını istemezdim. Ben, binlerce yıldır yaşadığım topraklarda yaşıyorum, bu yaşanan korkunç bir ironi“ demişti. Hatırlatmakta fayda var, Margosyan Diyarbakır’da doğmuş büyümüş ve 1950’li yıllarda İstanbul’a gelmiştir.
Türkolog Rupen Melkonyan Ermenistan’da yayımlanan „Azg“ gazetesinde, 11 Mayıs’ta yazdığı yazıda „Sıradan Türk yanlış bilgilendirmesi“ başlığı altında bir yazı kaleme aldı ve yapılan haberi Ziflioğlu’nun ismini vermeden „tuzak“ olarak nitelendirdi. „Türk gazetesi Hürriyet, Diyaspora Bakanı’nın ziyaretine ilişkin yaptığı haberde, İstanbul cemaatinin pek çok temsilcisinin bu ziyaretten rahatsızlık duyduğunu, çünkü Bakan’ın kendilerini diyasporaErmenisi olarak nitelendirdiğini, halbuki onların atalarının topraklarını yaşadıklarından, kendilerini diyaspora saymadıklarını“ yazdı.
Burada belirtmek gerekir ki, Hürriyet’in İngilizce haberinde ne Bakan’ın böyle bir fikri ifade ettiği yazılmıştı ne de „Bakan“ kelimesi kullanılmıştı. „Diyasporanın bir parçası olmak“ meselesi sonuçta Bakan‘ın titrinden kaynaklanabilir, bu konuda bir açıklama yapmış olması da gerekmez. Melkonyan’a göre „cemaatle temasları sırasında Hranuş Hakobyan, Türkiye’deki Ermeni toplumunu diyaspora olarak görmediğini belirtmiş, bu toplumu diyasporanın doğduğu toplum olarak nitelendirmişti. Bu tanımlama da haklıdır çünkü Diyaspora, Türkiye’deki Ermenilerden hayatta kalanlarıyla meydana geldi“ diyor. Melkonyan, bu konuda Bakan’a eşlik eden Türkolog Aşot Soğomonyan’ın da tanıklığına başvurarak, bu sözlerin İstanbul’daki Ermeni toplumu tarafından çok olumlu karşılandığını belirtiyor.
Ziflioğlu’nun yazısı İstanbul Ermenilerinin tepkilerinden ziyade, İstanbul Ermeniliğinin tanımlanmasına ilişkindi. Onlar diyaspora mıdır, değil midir? Bu soru etrafında, İngiltere’de yaşayan tarihçi Ara Sarafyan’ın fikirlerine özetle yer verilmiş, Sarafyan’ın bu soruları neden ödüller alınırken sorulmadığını (muhtemelen bu soru ödül töreni sırasında açıkça konuşulmamıştı) ve „İstanbul Ermenilerinin, dünyanın dört bir yanına dağılmış Ermenilerin kültüründe nasıl bir kilometretaşı oldukları“nı Ermenistan’ın ne kadar anladığını ve teslim ettiğini sormuştu. Buna ek olarak, Horizon dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Vakahn Karakaşyan, İstanbul Ermenilerinin diyaspora olarak tanımlanmaması gerektiğini söylerken, Halep’ten gazeteci Harut Ekmanyan, tam tersini söylemişti. „İstanbul Ermenilerinin aslında diyasporaolduklarını söyleyebiliriz. Fakat eğer Diyarbakırlı ya da Malatyalılarsa, kimse onlara diyaspora diyemez.“
19 Mayıs’ta ArmeniaNow’dan gazeteci Kayane Aprahamyan imzalı yazının ana ekseninde Ziflioğlu ile yapılan bir röportaj yer alıyordu. Bu röportajda Ziflioğlu yanlış bilgilendirme suçlamasına cevap vermiş ve Ermenistanlı uzmanların ve görevlilerin İstanbullu Ermenilere yönelik tavrını eleştirmişti. İstanbullu Ermenilerin nasıl tanımlanacağına ilişkin: „İstanbul diyaspora değildir. Ermenistan bunu anlamadır. Üstelik Ermenistan’ı, dünyanın dört bir yanında yaşayan Ermenileri diyaspora sayabiliriz ama İstanbullu Ermenileri asla. Çarents’in, Medzarents’in, Turyan’ın nefes aldığı ve yaşadığı topraklar nasıl diyaspora sayılabilir.“
İstanbullu Ermenilerin diyaspora olma durumunu reddeden duruşu daha önceden de biliyoruz. Bununla ilgili yapılmış tek teorik analiz, İsveçli sosyal bilimci Ulf Björklund’un, Atina ve İstanbul Ermenilerini karşılaştırarak yaptığı ve Global Network dergisinin Temmuz 2003 sayısında yayımlanan makaledir. Björklund saha araştırmasını bu konuda yapmış. Bu makalede dile getirilen fikirleri etraflıca tartışmayı başka bir yazıya bırakarak, şimdilik sadece birkaç noktaya değinmekle yetineceğiz.
Bilindiği üzere „diyaspora“nın klasik tanımlamaları (Yahudi, Ermeni ve Rum) son bir kaç on yıllık süre içinde önemli ölçüde değişti. 1991 yılından beri Khachig Tölölyan’ın editörlüğünde ve Zoryan Vakfı tarafından İngilizce olarak yayımlanan Diyaspora bilimsel dergisi, „diyaspora“ ve „ulus-ötesilik“ kavramlarının dönüşümünde, analizler ve uygulamalar alanına getirdiği yeniliklerle önemli katkı sağlamıştır.
İstanbul Ermenilerinin tanımlamasına gelince, burada „İstanbul“u iki farklı döneme ayırabiliriz. Bizans dönemindeki İstanbul ve Osmanlı ile sonrasındaki Türkiye‘deki İstanbul. Şimdi, Bizans’ın şu ya da bu zamanda isteyerek ya da zorla Ermeni asillerini ve askerlerini bir yerden bir yere göndermesini „diyaspora“ sayacak mıyız? Ya da göç yeri, göç yurdu, cemaat gibi kavramlar ve onların türevleriyle mi adlandıracağız onları? Komik bir soru gibi gelebilir ama bu sorunun temelinde yatan mantık, bugün İstanbullu Ermenileri diyaspora olarak tanımlamamanın gerekçesidir aynı zamanda. Örneğin, 867 – 1056 tarihlerinde Bizans tahtında oturan Ermeni kökenli „Makedonyalı[1]“nın (imparatorluk soyuna ait olmayan ve tahtı ele geçiren imparatorlar da öyle) kendi Ermeni kimliğini koruyorduysa eğer, kendini tarihsel anayurdunda mı tahayyül ediyordu? Sonuç olarak Bizans İmparatorluğu tarihi Ermenistan’ın da bir kısmını içine almıştı. Bizans İmparatoru Çemizkezekli Hovhannes Çmşig (Jean Tzimisces, 969 – 976) kendini nasıl tanımlayacaktı?
II. Mehmed’in 1453’de İstanbul’u almasıyla İstanbul’un Türklerin hakimiyetine geçtiği dönem başladı. Peki bu neyi değiştirdi? Yüzyıllar boyunca sırtını taşraya dayamış İstanbul, 1850’lerden sonra İstanbul’a gelen Ermeni göçmenleri küçümsemiş İstanbul, nasıl tarihsel olarak Ermenistan’ın bir parçası sayıyordu kendini? 20. yüzyılın başında İstanbul Ermenilerinin taşra edebiyatının ve „yarının edebiyatının“ gerekliliğini konuşuyorlardı, ama 1911’de Ermenice konusunda „Azadamard“ gazatesindeki araştırma, dili taşranın dilinin zenginliğiyle aşılamanın krizinden bahsediyordu. İstanbul’un kendini bu aşamada „farklı“ konumlandırdığı açık değil miydi?
Şüphesiz, Felaket’e (Ağed) kadar İstanbul, Batı Ermenilerinin kalbinin attığı yerdi. Batı Ermenilerinin siyasi ve edebi kültürü, dili, orada ulaşmıştı zirvesine. Aynı şey Tiflis için Doğu Ermenileri bağlamında söylenebilir; kısa ömürlü ilk Ermenistan Cumhuriyeti’ne ve sonrasında SSCB Ermenistan’ının kuruluşuna kadar olan zamanda
Yani, şu anda İstanbul’da yaşayan Ermenileri, Türkiye coğrafyasındaki son organize cemaat olarak gördüğümüzde (Küçük Asya’nın çeşitli yerlerinde ya da ülkenin çeşitli yerlerine dağılmış Müslümanlaşmış ya da Müslümanlaşmamış Ermenileri dışarıda tutarak) onları tarihi Ermenistan’ın bir parçası olarak tanımlayabilir miyiz? Eğer böyle bakarsak, Tiflis Ermenileri de tarihi Ermenistan’ın ya da Doğu Ermenistan’ın bir parçası olmazlar mı? Doğal olarak, tarihi ve coğrafi anlamda, iki iddia da mesnetsizdir. Kaldı ki, Tiflis Ermenistan’ın doğu sınırlarına, İstanbul’un Fırat Nehri’ne olduğundan çok daha yakındır
İkinci bir sorun daha var. Bugünkü İstanbul Ermeni cemaati, tırnak içinde „İstanbullu“dur. Nitekim, bugün İstanbul cemaatini oluşturanlar bir kuşak önce farklı şehirlerden, köylerden İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da yaşayan Malatyalı, Diyarbakırlı, Hemşinli ya da Musadağlı sakinleri, tarihi Ermenistan’ın şu ya da bu köşesinden kopmuş ve bir zamanlar Osmanlı’nın başkenti olmuş şehre gelmiş insanlar olarak „bantukht“ (doğup büyüdüğü yerden uzakta olan kişi, sürgün) ya da yeni kavramıyla diyasporalılaşmış değiller midir? Onların Kanada, Lübnan ya da Arjantin’e giden akrabalarından farkı şu anda halen aynı ülke sınırları içinde yaşıyor olmalarıdır. İstanbul’dan geçsin geçmesin, Avusturalya’da yaşayan Malatyalı diyasporalıdır, çünkü Türkiye’den çıkmıştır. Ama İstanbul’da yaşayan Malatyalı diyasporalı değildir, öyle mi? Evet Türkiye’den çıkmamıştır ancak tarihi Ermenistan olan topraklardan çıkmıştır. 1915 – 1923 arasında, „diyaspora oluşturan“ cemaat ile 2011’deki cemaat aynı mıdır? İstanbul’un 20. yüzyıl boyunca diyasporalılaştığını söylemek mümkün değil midir?
„Çarentsin, Medzarentsin, Turyan’ın nefes aldığı, yaşadığı topraklar“ tabii ki, büyük bir farklılığa işaret eder. Kars ya da Eğin, Çarents’in ya da Medzarents’in doğdukları yerler, yani tarihi Ermenistan’a dahil olmuş bölgeler başka, öte yandan Turyan’ın doğduğu ve mezarının bulunduğu İstanbul başka birşeydir. Bu eğer, İstanbul’u diyaspora olarak tanımlamamayı ve bunun karşısında Ermenistan’ı ya da tüm dünyadaki Ermenileri diyaspora olarak görmeyi gerektiren yegane sebepse, son derece zayıf, hatta gülünç bir sebep olduğunu söylemek gerekir. Herhalde kimse, Kars’a ya da Eğin’e diyaspora demeyecekti, peki ya İstanbul’a?
Harut Ekmanyan’ın Hürriyet’te Ziflioğlu’na söylediği İstanbul’un diyaspora olmamasına ilişkin siyasi temkinlilik hali, ister istemez Türkiye’nin onyıllar boyunca yürüttüğü diyasporayı „şeytanlaştırma“ siyasetiyle ilgilidir. Talin Suciyan ile Ayda Erbal’ın („A Hundred Years of Abandonment“ Armenian Weekly, 24 Nisan 2011) yazısı geniş bir biçimde bunun nasıl bir mecburiyet olduğunu, Ermeni toplumunun nasıl kendi kendini yalnızlaştırmaya mecbur kaldığını anlatıyor. 100 yıl önce İstanbul’un Ermeniler açısından nasıl tanımladığının bir önemi yok. Bugün Turyan ve Medzarents’in mezarları, artık yabancılığın ortasında kalmıştır.
[1]Bizans İmparatorluğu’na 867-1056 yılları arasında hükmeden Makedonya Hanedanı’nın kurucusu I. Basil, Ermeni kökenliydi. Makedonya’dan geldiği için, hanedan İngilizce’de „Makedon“ olarak anılıyor.
Ermenice’den çeviren Talin Suciyan.